Cadıysam Cadıyım, Kime Ne!
Hangimize "cadı" ya da "cadaloz" denmedi ki?
Sizi bilmem ama cadılıkla itham edilmek benim hoşuma gidiyor. Çünkü cadı demek, başa çıkılamaz güçlerimin olması demek. Bir de Kadına Karşı Şiddet Günü olan 25 Kasım'da, “Yakamadığınız cadıların torunlarıyız!” pankartları taşıyabilmek...
Bugün cadı dediğimizde, çoğumuzun aklına masal karakterleri veya fantastik film kahramanları gelir: Sabrina, Willow, Maleficent, Ursula, Samantha ve niceleri. Ancak tarih boyunca cadı kavramı, sadece kurgusal bir korku unsuru değil, gerçek insanları hedef alan, özellikle de kadınları zalimce cezalandıran bir toplumsal baskı aracı oldu. Türk Dil Kurumu, cadıyı "geceleri dolaşıp insanlara zarar verdiğine inanılan hayalet" ve "başkalarına kötülük eden kadın" diye tanımlıyor. Bak seeen! Sadece buna bakarak bile, cadılığın patriyarkal toplum tarafından kadınlara sallanan bir sopa olduğunu söylemek mümkün. Ama o cadılar, o sopaları uçurtmaya da dönüştürür.
Aydınlıkta Cadı Avları
Cadı avları, gerici Ortaçağ ile özdeşleştirilse de, en gaddar uygulamalar çok yüceltilen Rönesans zamanında yaşandı. Cadılar köhne ve karanlık çağların değil, modern toplumun günah keçileri oldular. 1400’lere kadar cadı mahkemeleri nadirdi. Ortaçağ'da Hıristiyan öğretileri cadılığı ciddiye almazken, 13. yüzyıldan sonra bazı teologlar doğaüstü güçlere inanmaya ve cadılığı "şeytani" bir uygulama olarak görmeye başladı. 1486’da yayımlanan ‘Malleus Maleficarum/Cadıların Çekici’ adlı kitap, kadınları cadılıkla ilişkilendirdi. Kadınların “doğaları gereği” daha zayıf ve günaha meyilli oldukları için cadılığa daha yatkın olduğunu söyleyen kitap, dönemin erkek egemen bakış açısını pekiştirdi de pekiştirdi. Öyle ki kadınlar, şeytanla iş birliği yaparak doğaüstü güçlere sahip olabilir ve sırf cinsel arzularını tatmin etmek için bile bu yola başvurabilirlerdi.
16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’daki toplumsal ve ekonomik krizlerle birlikte cadı avları hız kazandı. Küçük buzul çağı adı verilen dönemde yaşanan soğuklar ve kıtlıklar, cadılara yönelik suçlamaların artmasına neden oldu. Soğuk hava, tarımsal üretimi baltalıyor, açlık kapıyı çalıyor, suçlu arayan gözler cadılara çevriliyordu. Cadılar, genellikle hayvanlara saldırmakla, don ve fırtına çıkararak ekinleri mahvetmekle suçlanıyordu. Ayrıca cadı davaları, suçlanan kişilerin mal varlıklarına el konulmasıyla birlikte ekonomik bir kazanç kapısı haline geldi.
Herkes Cadı Olabilir
Cadı avlarının arkasındaki en önemli dinamiklerden biri ataerkillikti. Erkek egemen toplumsal yapılar, kadınların cinselliklerini ve özgürlüklerini kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Özellikle yaşlılar, bekarlar, dul ya da toplumsal normlara uymayan kadınlar, cadılık suçlamalarıyla karşı karşıyaydılar. Salem Cadı Mahkemeleri’nde ilk suçlanan üç kadın, evsiz dilenci Sarah Good, depresyondaki Sarah Osborne ve yerli köle Tituba’ydı. Kadınlar, toplumsal düzenin dışında görüldükleri, savunmasız ve tehlikeli kabul edildikleri için dışlandılar ve hatta öldürüldüler.
Ancak herhangi biri de cadı olabilirdi: Komşu, düşman, akraba, rakip, hatta erkek... İzlanda gibi bazı ülkelerde, cadılıkla suçlananların büyük bir kısmı erkekti. Ayrıca iddia edildiği gibi "milyonlarca kadın" cadı oldukları için yakılmadı. Avrupa’da yaklaşık 60 bin kişi cadılıkla suçlanarak idam edildi. Bunların yüzde 70-80’i kadındı ve cadı olmakla suçlanma tehdidi çoğu kadının davranışlarını etkiledi.
Özgürleşmek İçin Cadı Ol
1921’de Margaret Murray, cadılığın kökenlerine dair ‘Cadı Kültü’ teorisini ortaya attı. Bu teori, cadılığın köklerinin pagan ritüellere dayandığını öne sürdü. 1950'lerde ortaya çıkan Wicca hareketi ise cadılığı toprak merkezli bir neopagan din olarak yeniden tanımladı.
İkinci dalga feminizm, cadı avlarını ataerkil toplumların kadınları baskı altına alma yöntemi olarak gördü. Cadı avlarının toplumsal cinsiyete dayalı yapısına vurgu yaparak, bu zulümlerin derinlerde yatan kadın düşmanlığını ve kadınların güçlerinden duyulan korkuyu yansıttığını savundu. Bu feminist bakış açısı, kadınların tarihsel olarak nasıl marjinalleştirildiğini anlamamıza da yardımcı oldu. Feminizmin, cadı figürünü özgürleşme ve direnişin sembolü haline getirmesi, kadınların toplumdaki rollerini sorgulayan önemli bir adım oldu.
1972’de yayımlanan ‘Cadılar, Ebeler ve Hemşireler: Kadın Şifacıların Tarihi’ adlı feminist kitap, şifa uygulamalarında bilgi sahibi olan kadınların sıkça cadı olarak suçlandığına dikkat çekti. Kadınların şifacılık mesleklerindeki tarihini ve bu mesleklerden sistematik olarak dışlanmalarını ele alarak büyük yankı uyandırdı. Ancak cadılıkla suçlanan kadınlar yalnızca ebe ya da şifacı değildi.
Modern Cadılar, Yani Biz
1960’larda parlamaya başlayan New Age pratikleri, özellikle kadınlar ve marjinal gruplara hitap eden piyasa odaklı bir ruhani endüstri yarattı. Çoğunlukla bilimsel temelden yoksun olan New Age pratikler, sistematik sorunlara bireysel çözümler olarak pazarlanıyor, toplu eylem yerine kişisel iyileşmeyi ön plana çıkarıyor. ‘Manifesting’ geçici bir rahatlama sağlayabiliyor ancak ekonomik eşitsizlik ya da iklim krizine bir çare olamıyor.
Cadı figürü bugün hâlâ kadınların gücünü ve direnişini temsil eden bir sembol olarak sahiplenilmeye devam ediyor. Kürtaj yasağını protesto eden kadınlar, öldürülen kadınların hesabını soranlar, menopozlular, çocuksuzlar, kedililer ve niceleri bugünün cadıları. İşte bu yüzden, 8 Mart'larda, 25 Kasım'larda, “Yakamadığınız cadıların torunlarıyız!” pankartları taşıyoruz.