Sanatla Kendi Yolunu Çizen Kadın: Gigi'nin Kariyer Hikayesi

Bazı yolları biz seçmeyiz; onlar bizi çağırır. Ilgın'ın, nam-ı diğer Gigi'nin hikâyesi de tam olarak böyle bir çağrının izinden ilerliyor. İstanbul’da başlayan eğitim hayatı, Chicago’daki beklenmedik karşılaşmalarla sanat dünyasına yöneliyor; Londra’da ise adeta bir vizyona dönüşüyor. Kadınlık, yaratıcılık ve kariyer arasındaki sınırları bulanıklaştıran bu hikâye, aynı zamanda bir aidiyet arayışını, duyularla kurulan sanatsal bağları ve kolektif üretime duyulan inancı da barındırıyor.
Ve söz Gigi'de...
Londra’da kurduğun platformun hikâyesi aslında İstanbul’da başlıyor, değil mi? Seni bu yola çıkaran şey neydi?
Aslında ilginç bir şekilde Chicago’da başladığını söyleyebilirim. İstanbul’da doğup büyüdüm ve eğitimimi Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladım. Ondan önce de Saint Benoit Fransız Lisesi’ndeydim ve en sevdiğim ders edebiyattı. Okulda çok başarılı olduğum için hep hukuk okumam önerildi ve ben de çok sorgulamadan bu yola girdim.
Bienal ve Contemporary İstanbul gibi etkinliklere katılmakla birlikte, sanatla ortalamanın üzerinde bir ilgim olduğunu söyleyemezdim. Duvarlarda gördüğüm tablolar veya etrafında dolaştığım heykeller beni derinden etkilemiyordu.
Sonra New York ve Chicago’da hukuk yüksek lisansı yaparken, şans eseri "sanat dünyası" diye bir konseptin varlığını keşfettim. Sanatçı olmadan da sanat dünyasında önemli bir rol üstlenmenin mümkün olduğunu fark ettim. Özellikle Chicago Museum of Contemporary Art’ta sosyalleşmek için katıldığım bir komite bana galerilerin kapılarını açtı ve ardından koleksiyonculuğa da başladım.
Bir yardım müzayedesinde genç bir sanatçıyla yaptığım sohbet, beni sanatçı-galerist-koleksiyoner üçgeninin ekosistemdeki önemini düşünmeye sevk etti. Kendimi hep fazla düşünen, farklı biri olarak görürdüm. Ancak sanatçılarla konuşup stüdyo ziyaretleri yapmaya başladıkça yalnız olmadığımı fark ettim. Aslında birçoğumuz bu duygu ve düşüncelerle mücadele ediyoruz ve bunu dışa vurabilenler sanatçı oluyor. Bunu aktaran galerist/küratör, hisseden de koleksiyoner oluyor sanırım.
Bundan birkaç ay sonra Amerika ve İngiltere arasında pandemi döneminde İstanbul’da kaldığım altı aylık süreçte, yavaş yavaş oradaki sanat ortamını tanıma fırsatım oldu. Sanırım bu yola çıkmama neden olan şey, bir sanat eserinin gerçek potansiyelinin sadece gözle görerek asla gerçekleşmeyeceğini fark etmemdi, bu da şans eseri Chicago’da oldu.
İstanbul ve Lizbon sıradaki duraklar… Bu şehirlerin senin için anlamı ne? Oraların enerjisiyle Teaspoon nasıl buluşacak?
İstanbul, doğduğum ve büyüdüğüm şehir olmasının yanı sıra, dünyanın öbür ucunda doğmuş olsam bile kendisine âşık olacağım bir şehir olduğunu düşünüyorum. Denge arayışı, iş birliği ve bir araya gelme konsepti hem kişisel hem de profesyonel hayatımda büyük önem taşıyor. Şehrin doğasında zaten bu itiş ve çekiş var. Biraz hüzün, biraz melankoli ve bolca farklı duyu... Kokular ve tatlar da aslında sanatı deneyimleme şeklimizi muazzam derecede etkiliyor ve ben de sergilerimde bu duyuları kullanmayı seviyorum. Parfüm atölyesi, yemek odaklı performanslar gibi etkinlikler düzenliyorum.
Türk sanatçıların organik ve doğal bir şekilde uluslararası anlamda ötekileştirilmeden yer alabilmeleri benim için çok önemli. Eylül ayında Londra’da yapacağım grup sergisinde de iki Türk sanatçı yer alacak.

Lizbon’a olan bağlantım ise, Portekiz’e sık sık gidip gelmemden kaynaklanıyor. Şehrin enerjisi İstanbul ile paralellik gösteriyor. Oradaki galeriler harika işler yapıyor ve birçok Londra merkezli sanatçı da Lizbon’a taşınmaya başladı. Ayrıca, Londra’daki Mayıs sergimde ortak küratörlük yaptığım küratör Lizbonlu ve sohbetlerimiz bu kararı almamda etkili oldu. Hem İstanbul’da hem Lizbon’da insanlar çok hareketli, meraklı ve tutkulu. Özellikle yemeğin ve mimarinin bu iki şehirde de sergilerimde çok otantik bir şekilde yer bulmasını istiyorum. Şimdilik planım, 2026 sonunda bu şehirlerde bir sergi gerçekleştirmek ve video sanatına ağırlık vermek.
Sanat söz konusu olduğunda birlikten gerçekten kuvvet doğuyor.
Genç sanatçılara alan açmak da projenin kalbinde yer alıyor. Bugünün yaratıcılarına tek cümle söyleyecek olsan bu ne olurdu?
Genç ve/veya sanat kariyerinin başında olan sanatçılar demeyi tercih ediyorum. Birbirinizi dinleyin ve birlikte nasıl iş birliği yapabileceğinizi düşünün. Sanat söz konusu olduğunda birlikten gerçekten kuvvet doğuyor. Gittikçe büyüyen birçok Londra merkezli sanat galerisi şu anda ortak sergiler, sanat fuarı katılımları yapıyor. Sanatçılar da kolektifler kuruyor, kendi sergilerini kendileri düzenliyor. Bir koleksiyoner, simsar veya küratörün sizi keşfetmesini beklemeyin. Alışılmışın dışında mekanlarda minimum bütçeyle sergiler yapın: Yatak odanız, otobüs durağı, tanıdığınız birinin çalıştığı bir kafe gibi.

Şiir geceleri, parfüm atölyeleri, pop-up sergiler… Bütün bu çok yönlü etkinliklerin ardında nasıl bir his var? Teaspoon'u tasarlarken içinden nasıl bir dünya geçiyordu?
Sanırım hava burcu olduğum her halimden belli! 2024’ün başına kadar oldukça büyük bir galeride çalışıyordum ama sanatçılarla doğrudan iletişimim neredeyse yoktu; oldukça kurumsal bir roldü. Kişisel sebeplerle işimden ayrıldım ve özellikle bahar aylarında büyük bir boşluk hissi yaşıyordum. Kendime terapi gibi roman yazmaya başladım ve bu hikaye anlatıcılığından esinlenen yaratım süreci bana küratöryel bir yol haritası çizdi. Böylece ilk sergimi planlamaya başladım.
Başlangıçta daha çok bir enstalasyondan ziyade bir günlük performans, şiir, video sanatı gösterimi ve yemek sanatı gibi aktivasyon bazlı bir etkinlik hayal ediyordum. Ancak farklı sanatçılarla stüdyo ziyaretleri yaptıkça, bu etkinlikleri daha geleneksel sergilerle harmanlamaya karar verdim. Bu çok yönlü etkinlikler, ziyaretçilere sanat eserleriyle bağ kurmak için bir yol sunuyor. Böylece sergi alanlarında daha fazla vakit geçirip çekinmeden etkileşime girmelerini sağlıyor.
Projenin fikir temellerini atarken gittiğim sergilerde ziyaretçileri gözlemliyordum; herkes fotoğraf çekip birkaç dakika sonra çıkıyordu. Sadece sanat camiasının içindekiler ya da galeri çalışanlarını tanıyanlar kalıyordu. Bu yüzden bütün bu etkinliklerin temel amacı, sanatın hayatla ne kadar iç içe olduğunu ve sanat eserlerinin sadece bir obje değil, hikaye anlatımının önemli bir unsuru olduğunu göstermekti. Görsel sanat, hikaye anlatımının ayrılmaz bir parçası ve hikayeler olmadan yaşayamayız. Hikayeler, kendimizi anlamamızın yegâne yolu.
Londra, sanatını ve hayat bakışını nasıl dönüştürdü?
20’li yaşlarımın başında İstanbul’dayken daha çekingendim. Londra’da farklı ülkelerden, yaş ve geçmişlerden insanlarla tanışmak özgüvenimi çok artırdı. Amerika’dayken daha bu kadar değişmemiştim. Yaklaşık dört yıl önce Londra’ya geldiğimde, kendi sektörümden, benimle benzer alanlarda tutkulu olan insanlarla arkadaşlık kurmak, potansiyelimi gerçekleştirmeye yaklaşmamı sağladı. Hayata bakışım daha bütüncül bir hale geldi. Belki dünyanın en sağlıklı şeyi değil ama işimle hayatım arasındaki fark neredeyse yok. Bu anlamda kendimi bir sanatçı olarak da görüyorum. Cumartesi akşamı bir sanatçı arkadaşımla yediğim bir yemek veya pazar sabahı bir küratörle içtiğim bir kahve bazen inanılmaz fırsatların temelini oluşturabiliyor.

Sanırım hep bunu istiyordum: Hukuk bürosu ve hafta sonu programı gibi sert ayrımların olmadığı, yaratıcı bir hayat. Severance dizisini düşündürdü bu konu bana; iş ve hayatın keskin çizgilerle ayrıldığı bir dünyadan ziyade, yaratıcılığı hayatın içine doğal bir şekilde yediren bir düzene sahibim artık.
Bir gününü Londra’da geçirmek isteyen biri için küçük bir ‘Gigi rotası’ yapalım mı?
Harika! Perşembe günü olsun ve hava da güzel olsun. Sabah Notting Hill’de Love Supreme Projects’te yoga yaparak başlarım. Ardından elime Boxcar’dan bir kruvasan alıp biraz Hyde Park’ta yürüyüş yaparım. Sonra mutlaka Tate Modern’e uğrarım. Öğle yemeği için Borough Market’teki Tacos Padre; taco ve margaritalarına bayılıyorum.
Sonrasında yolum genelde Doğu Londra’ya düşer. Biraz vintage mağaza bakarım (Ancak fotoğraftaki Ungaro takımım İstanbul’daki Mel’s’ten). Nordic Poetry'ye mutlaka uğrarım. Akşama doğru açılış kovalamaya başlarım çünkü Londra’da açılışlar genellikle Perşembe günleri olur. Bu aralar Rose Easton favorim, oraya giderim.
Akşam yemeği için tercihim Westerns Laundry veya Bistrotheque olur. Rezervasyon yapmamışsam Shoreditch House’a yönelirim.
Yaratıcı tıkanıklık yaşadığında kaçtığın özel bir şehir ya da köşe var mı?
Elime bir kitap alıp trene binerim, Paris olur Amsterdam olur, İngiliz kırsalı olur... İlk sergim A Thousand-Pointed Star, Brezilyalı yazar Clarice Lispector’ın son romanından esinlenmişti. Lispector'un kitapları, insanın iç dünyasına dair derinlikli ve bazen sarsıcı yolculuklara çıkarıyor. Eylül sergim ise, Fransız yazar Annie Ernaux’dan ilham alıyor. Ernaux, anlarını büyük bir içtenlikle anlatan ve kişisel deneyimlerini evrensel bir dille paylaşan biri.